Gölgedeki Futbolun İçinde Saklı Kalan İnsanlık...
Posted: Tue Jul 04, 2006 2:47 am
Gecenin bu saatinde nerden aklıma geldiyse...
Değerli edebiyatçı -ve birçok konuda yazdığı makaleler dünyanın en saygın gazetelerinde neşredilen- futbol aşığı Eduardo Galeano'nun, futbol hakkındaki denemelerine yer verdiği "Gölgede ve Güneşte Futbol" kitabı için iki satır yazasım tuttu. Belki üşenip sabaha bıraksam unuturdum.
Birçoğunuzun gözlerine yabancı gelmeyecek olan şu aşağıdaki metni bir okuyun...
Ünlü eleştirmenler, niçin yazdıkları/yorumladıkları şeylerin en iyisini kendileri yapmayıp da, işin daha iyi nasıl yapılacağı hakkında ahkam kestikleri sorulduğunda şöyle derler: "Madem iyisini yapamıyorum, o halde ben de 'iyisi'ni yazayım dedim..."
Kitap, yazarı Galeano'nun sımsıcak itiraflarıyla başlıyor.
Kişi, "yapamıyorum, iyisi mi ben yazayım" meramını bu denli insanın içini ısıtacak ölçüde anlatabilir mi?..
Anlatıyor Galeano, kendi mecburi "futbol takipçiliği" serüvenini:
"Tüm Uruguaylılar gibi ben de futbolcu olmak istedim. Doğrusu çok da güzel oynuyordum, hatta harikaydım bile denebilir; ama yalnızca geceleri rüyalarımda. Gündüzleri, ülkemin sahalarındaki çarpık bacaklı oyunculardan en kötüsü bendim. Taraftar olarak da pek iyi sayılmazdım. Juan Alberto Schiaffino ve Julio Cesar Abbadie, Penarol'da oynuyorlardı, yani rakip takımda. Gerçek bir Nacional taraftarı olarak, ben onlara duyduğum nefreti artırmak için elimden geleni yapıyordum. Oysa "Pepe" Schiaffino ustaca paslarıyla sahayı adeta kuşbakışı örür gibi kurardı oyunu. "Pardo" Abbadie topu yan çizgi boyunca rüzgar gibi sürer, ne topa ne de rakibe dokunmadan sıyrılırdı aralarından. Onlara hayran olmaktan başka çarem yoktu; içimden onları alkışlamak bile gelirdi. Yıllar geçti ve kimliğimi kabullenmek zorunda kaldım: Ben basit bir "iyi futbol dilencisi"yim. Elimde şapkam, dünyanın dört bir yanını geziyor ve stadyumlarda yalvarıyorum:
-Tanrı rızası için güzel bir maç lütfen.
Güzel bir oyun gördüğüm zaman da bunu sağlayanın hangi takım ya da hangi ülke olduğuna bakmaksızın bu mucize için şükranlarımı sunuyorum."
* * *
"Medyanın bize uygun gördüğü kadar dünya"nın esiri olmuş gidiyoruz. Oysa medyanın bize pazarlamadığı (ya da pazarlamak istemediği) nice güzellikler var dünyada.
Düşünün... En iddialımızın dahi futbol ve futbolcu bilgisinin tepe noktası, Pele'den, Maradona'dan, Platini'den, yeni kuşak Ronaldinho'dan ibaret.
Oysa futbol sadece bunların büyüttüğü ve kitlelere sevdirdiği bir oyun değil.
NTV kanalında haftasonları çıkan "Futbol Mundial" programını bilenler bilirler. Dünyanın akla gelmedik bir ülkesindeki futbol liginde savaş veren, ismini kendini futbol bilgini sayanların dahi duymadığı kasaba takımlarının hikayesini anlatırlar o programda. Örneğin; haritada yerini bile gösteremeyeceğimiz Gana'nın ikinci kümesinde şampiyonluk mertebesine yelken açan filanca takım; onun bünyesinde top koşturan hayatlar...
11 insan, 11 ayrı hikaye. 11 ayrı hayat. 11 ayrı yaşam savaşı.
Afrika'da, Güney Amerika'da, Asya'da, ve hatta Avustralya'da hem de nasıl merakla izlenecek, öğrenilecek, şaşılacak ve ibret alınacak hayatlara şahit oluyorum o programda. Onlar oynamaktan zevk alıyor, bense onların hayat kesitlerini haftada bir gün seyredebilmekten...
Ronaldinho, Figo, Ronaldo, Beckham gibi işi fotoğraf makinelerinin objektiflerine ve aylık spor dergilerinin cafcaflı renkli kapaklarına cansız mankenlik yapmak halini alan "milenyum starları"ndan çok; ismini bile zikretmediğimiz, Allah'ın lanet ettiği bir dünya köşesinin içinde doğduğu tüm sefalete, açlığa, olanca haksızlığa, zorbalığa kafa tutup, ayağına tutuşturduğu bir meşin topla ve haftada bir, semtin "zemini balçık" sahasında kasabanın mütevazı kulübü adına çıktığı birkaç maç saati süresince kısa yaşamında en mutlu olduğu anları yaşayan ve geri kalan 6 günün çoğunluğunu o "haftada iki saat"in damağında bıraktığı tadın izleriyle sarsan insanların "direniş" dersi veren "bize göre küçük, kendilerine göre büyük" hayatlarını izlemek daha çok ilgimi çekmiştir.
Futbolu mu sevdiğimden, yoksa "olumsuzluklara karşı direniş"in içinde saklı kararlılık heyecanını mı, bilmem...
Afrika'da yaşamayı başarabilen herkes bir Don Kişot'tur benim gözümde!
Hem futbolun içsel güzelliğini, hem de zorluklara direnişin, karşı koyuşun, meydan okuyuşun destansı iç kıpırtısını hala içimde hissettiğimden olsa gerek; Galatasaray'ı çok seviyorum. İkisini de potasında eritmeyi bildiği için Galatasaraylı oldum ve bu yaşıma değin bu tutkum hiç azalmadı.
Galeano'nun, kitabının okuyucularına sunduğu öyküler, bu yüzden evrensel hümanizmin ve beraberinde sol düşüncenin manifestosunu hatırlattı bana bu geç saatte:
İnsanın olduğu her yerde bedenen olmasa da ruhen varolabilmek... İnsanlarla beraber olabilmek, insanlığı paylaşmak, insanlığı yaşamak, insanlığı ilerletmek...
Siyasete dair olgulara tabii ki burada yer yok ama; önemli (ve çok sevdiğim) bir tanıma da değinmeden geçemeyeceğim. Geçtiğimiz günlerde bizim gazetelerden birinde bir köşe yazarı, yazar İlhan Selçuk'un geçmişte "sol"u kısaca tanımlamak" amacıyla yaptığı bir tespiti aktardı köşesinde: "Ayağa kalkan ilk maymun solcuydu!" demiş Selçuk, vaktiyle...
"Futbol Mundial"ın izleyenlerin beynine çaktığı anlatısının anafikri, işte tam da "ayağa kalkan maymunların hikayesidir"... Olumsuzlukların olağan olduğu yerde ayağa kalkıp bir tutam mutluluk için meşin yuvarlağa sarılanların; sevinci, paylaşmayı, emeği küçük bir topta arayıp, kirliliklerle bezeli öz dünyasından arınan; bir umudu, bir hedefi, bir ülküyü içinde biriktirenlerin hikayesidir bu...
Futbol bir afyon değildir.
Çünkü özünde uyutmak değil uyanış ve yaşama sarılış vardır!
* * *
"Futbol Mundial"den dön baba dönelim Bay Galeano'nun başucu yapıtına...
Aşağıda sayacağım isimleri hatırlayabilecek misiniz acaba:
Abidon Porte, Josep Samitier, Ricardo Zamora, Jose Andrade, Leonidas, Hector Scarone...
Boşuna zihninizi zorlamayın. Hiçbirini belleğinizde canlandırmanız mümkün değildir. Bu üstteki isimlerin hepsi de, yirminci asrın başında futbol sahalarını renklendirmiş, hatta şeref vermiş, adına şarkılar, tezahüratlar bestelenmiş, o dönem kamerayla kaydetmek mümkün olmadığı için sergiledikleri güzellikler halk arasında ancak dilden dile nakledilmiş sembol oyunculardır. Uruguay, Arjantin, Brezilya sahalarında futbolseverlere görücüye çıkmış ve çok beğenilmişlerdir.
Galeano'nun kitabında bu gibi daha onlarca kahraman, onlarca hayat var. Edebiyatçının bir ya da birkaç sayfalık anlatımlarında, günümüz medyasının bizlere empoze ettiği futbolun "iki çalım bir şut bir orta bir kafa" basitliğini değil, çok ustaca yazılmış insan tasvirlerini, bir dönemin yıldızlarının yükseliş ve sönüş serüvenlerini okuyacaksınız (1950 Dünya Kupası'nda Brezilya'nın kalesini koruyan ve final maçında yediği hatalı golle, kahramanken bir anda vatan haini iln edilen Barbosa'nın dramını ve hayatının geri kalan kısmında gördüğü vefasızlıkları okurken içiniz titreyecek). Yazarın kalbinden çıkanlar sizi o kadar etkileyecek ki gözünüzü yumunca kendinizi Montevideo'nun 5 bin kişilik şehir stadının bir tribününde sevinçten ayakta, bir futbolcunun attığı golü alkışlarken hayal edeceksiniz, civarınızdaki futbol tapıcılılarının o kulakları sağır edici coşku içindeki bağırışlarını hiç duymayacak ama çok yakınınızda hissedeceksiniz.
Kitabın içeriği futbolcu portrelerinden ve insani betimlemelerden ibaret değil. Nice file destanı yazmış topçuların kaydettiği usta işi golleri anlatacak büyük usta. 50 küsür yıl önce atılmış, henüz hiçbir kameranın dünya gözüyle şahitlik etmediği bir büyük golü gözlerinizin önünden bir film şeridi gibi geçirtecek güçte anlatacak. Bu kadar mı? Hayır. 1930'dan bu yana oynana dünya kupalarına bir de Uruguaylı yazarın kaleminden tanıklık edeceksiniz. Yaşanmışakıl almayacak olayları okurken tebessüm edeceksiniz. Ve... Artık ülkeden ülkeye çok meşhur olmuş olan ve zannederim ki Türk basınında da en az bir defa rastlamış olduğunuz "kaleci, teknik direktör, santrfor" denemelerini bir yandan okurken öte taraftan "Sahiden de öyle!" diye tepki vermeden edemeyeceksiniz.
İşte size bir örnek:
"ATILIO'NUN GOLÜ
1939 yılıydı. Montevideo'nun Nacional takımı ve Buenos Aires'in Boca Juniors takımı 2-2 berabereydiler ve karşılaşma bitmek üzereydi. Nacional takımının oyuncuları saldırıyorlar, Boca takımının oyuncuları ise kendi sahalarına kapanmış, direniyorlardı. O arada top Atilio'ya geldi. Kalabalığı arasına aldı ve kendisine sağ tarafta bir boşluk buldu. Sahayı bir baştan bir başa katetti.
Atilio şiddetli darbelere alışıktı. Ona sürekli vuruyorlardı. Yara izleriyle dolu bacakları adeta bir haritayı andırıyordu. O akşamüzeri, gole giden yolda Angeletti ve Suarez'den şiddetli tekmeler yedi, ama iki kez onlardan sıyrılmayı başardı. Bu arasa Valussi onun formasını yırttı, bir kolundan yakalayıp çekti ve ona hatırısayılır bir tekme attı. İriyarı Ibanez tüm heybetiyle önüne dikildi. Ama top, Atilio'nun bedeninin bir parçası gibiydi; oyuncuları bezden oyuncalarmış gibi havalara savuran bu hortumu hiç kimse durduramıyordu. Sonunda Atilio toptan ayrıldı, korkunç vuruşu fileleri titretti.
Hava barut kokuyordu. Boca takımının oyuncuları hakemin çevresini sararak, kendi yapmış oldukları faullerden dolayı golü iptal etmesini istiyorlardı. Hakem onlara kulak asmadı ve oyuncular öfke içinde sahayı terkettiler."
Küresel dünyanın tepsi içinde sunduğu ve artık gözümüze sokarcasına ticareti yapılan "milenyum starlarından" ve "kamera teknolojisinin çekmeye yetiştiği yıldızlara dair güzellemelerden" bıkmışsanız ve siz de benim gibi her haftasonu NTV'de yayınlanan "Futbol Mundial"in tiryakisiyseniz bu kitap size ilaç gibi gelecek.
* * *
Birçok kitabı "Can Yayınları" aracılığıyla Türk okuyucusuyla buluşmuş Eduardo Galeano (1940- ) 'nun 1995 yazında tamamladığı bu kitabı çok az bir uğraş sonucu büyük kitapçılarda bulma imkanı var.
İyi okumalar...
(Can Yayınları ile isim benzerliği dışında hiçbir alakam yoktur. )
Değerli edebiyatçı -ve birçok konuda yazdığı makaleler dünyanın en saygın gazetelerinde neşredilen- futbol aşığı Eduardo Galeano'nun, futbol hakkındaki denemelerine yer verdiği "Gölgede ve Güneşte Futbol" kitabı için iki satır yazasım tuttu. Belki üşenip sabaha bıraksam unuturdum.
Birçoğunuzun gözlerine yabancı gelmeyecek olan şu aşağıdaki metni bir okuyun...
Ünlü eleştirmenler, niçin yazdıkları/yorumladıkları şeylerin en iyisini kendileri yapmayıp da, işin daha iyi nasıl yapılacağı hakkında ahkam kestikleri sorulduğunda şöyle derler: "Madem iyisini yapamıyorum, o halde ben de 'iyisi'ni yazayım dedim..."
Kitap, yazarı Galeano'nun sımsıcak itiraflarıyla başlıyor.
Kişi, "yapamıyorum, iyisi mi ben yazayım" meramını bu denli insanın içini ısıtacak ölçüde anlatabilir mi?..
Anlatıyor Galeano, kendi mecburi "futbol takipçiliği" serüvenini:
"Tüm Uruguaylılar gibi ben de futbolcu olmak istedim. Doğrusu çok da güzel oynuyordum, hatta harikaydım bile denebilir; ama yalnızca geceleri rüyalarımda. Gündüzleri, ülkemin sahalarındaki çarpık bacaklı oyunculardan en kötüsü bendim. Taraftar olarak da pek iyi sayılmazdım. Juan Alberto Schiaffino ve Julio Cesar Abbadie, Penarol'da oynuyorlardı, yani rakip takımda. Gerçek bir Nacional taraftarı olarak, ben onlara duyduğum nefreti artırmak için elimden geleni yapıyordum. Oysa "Pepe" Schiaffino ustaca paslarıyla sahayı adeta kuşbakışı örür gibi kurardı oyunu. "Pardo" Abbadie topu yan çizgi boyunca rüzgar gibi sürer, ne topa ne de rakibe dokunmadan sıyrılırdı aralarından. Onlara hayran olmaktan başka çarem yoktu; içimden onları alkışlamak bile gelirdi. Yıllar geçti ve kimliğimi kabullenmek zorunda kaldım: Ben basit bir "iyi futbol dilencisi"yim. Elimde şapkam, dünyanın dört bir yanını geziyor ve stadyumlarda yalvarıyorum:
-Tanrı rızası için güzel bir maç lütfen.
Güzel bir oyun gördüğüm zaman da bunu sağlayanın hangi takım ya da hangi ülke olduğuna bakmaksızın bu mucize için şükranlarımı sunuyorum."
* * *
"Medyanın bize uygun gördüğü kadar dünya"nın esiri olmuş gidiyoruz. Oysa medyanın bize pazarlamadığı (ya da pazarlamak istemediği) nice güzellikler var dünyada.
Düşünün... En iddialımızın dahi futbol ve futbolcu bilgisinin tepe noktası, Pele'den, Maradona'dan, Platini'den, yeni kuşak Ronaldinho'dan ibaret.
Oysa futbol sadece bunların büyüttüğü ve kitlelere sevdirdiği bir oyun değil.
NTV kanalında haftasonları çıkan "Futbol Mundial" programını bilenler bilirler. Dünyanın akla gelmedik bir ülkesindeki futbol liginde savaş veren, ismini kendini futbol bilgini sayanların dahi duymadığı kasaba takımlarının hikayesini anlatırlar o programda. Örneğin; haritada yerini bile gösteremeyeceğimiz Gana'nın ikinci kümesinde şampiyonluk mertebesine yelken açan filanca takım; onun bünyesinde top koşturan hayatlar...
11 insan, 11 ayrı hikaye. 11 ayrı hayat. 11 ayrı yaşam savaşı.
Afrika'da, Güney Amerika'da, Asya'da, ve hatta Avustralya'da hem de nasıl merakla izlenecek, öğrenilecek, şaşılacak ve ibret alınacak hayatlara şahit oluyorum o programda. Onlar oynamaktan zevk alıyor, bense onların hayat kesitlerini haftada bir gün seyredebilmekten...
Ronaldinho, Figo, Ronaldo, Beckham gibi işi fotoğraf makinelerinin objektiflerine ve aylık spor dergilerinin cafcaflı renkli kapaklarına cansız mankenlik yapmak halini alan "milenyum starları"ndan çok; ismini bile zikretmediğimiz, Allah'ın lanet ettiği bir dünya köşesinin içinde doğduğu tüm sefalete, açlığa, olanca haksızlığa, zorbalığa kafa tutup, ayağına tutuşturduğu bir meşin topla ve haftada bir, semtin "zemini balçık" sahasında kasabanın mütevazı kulübü adına çıktığı birkaç maç saati süresince kısa yaşamında en mutlu olduğu anları yaşayan ve geri kalan 6 günün çoğunluğunu o "haftada iki saat"in damağında bıraktığı tadın izleriyle sarsan insanların "direniş" dersi veren "bize göre küçük, kendilerine göre büyük" hayatlarını izlemek daha çok ilgimi çekmiştir.
Futbolu mu sevdiğimden, yoksa "olumsuzluklara karşı direniş"in içinde saklı kararlılık heyecanını mı, bilmem...
Afrika'da yaşamayı başarabilen herkes bir Don Kişot'tur benim gözümde!
Hem futbolun içsel güzelliğini, hem de zorluklara direnişin, karşı koyuşun, meydan okuyuşun destansı iç kıpırtısını hala içimde hissettiğimden olsa gerek; Galatasaray'ı çok seviyorum. İkisini de potasında eritmeyi bildiği için Galatasaraylı oldum ve bu yaşıma değin bu tutkum hiç azalmadı.
Galeano'nun, kitabının okuyucularına sunduğu öyküler, bu yüzden evrensel hümanizmin ve beraberinde sol düşüncenin manifestosunu hatırlattı bana bu geç saatte:
İnsanın olduğu her yerde bedenen olmasa da ruhen varolabilmek... İnsanlarla beraber olabilmek, insanlığı paylaşmak, insanlığı yaşamak, insanlığı ilerletmek...
Siyasete dair olgulara tabii ki burada yer yok ama; önemli (ve çok sevdiğim) bir tanıma da değinmeden geçemeyeceğim. Geçtiğimiz günlerde bizim gazetelerden birinde bir köşe yazarı, yazar İlhan Selçuk'un geçmişte "sol"u kısaca tanımlamak" amacıyla yaptığı bir tespiti aktardı köşesinde: "Ayağa kalkan ilk maymun solcuydu!" demiş Selçuk, vaktiyle...
"Futbol Mundial"ın izleyenlerin beynine çaktığı anlatısının anafikri, işte tam da "ayağa kalkan maymunların hikayesidir"... Olumsuzlukların olağan olduğu yerde ayağa kalkıp bir tutam mutluluk için meşin yuvarlağa sarılanların; sevinci, paylaşmayı, emeği küçük bir topta arayıp, kirliliklerle bezeli öz dünyasından arınan; bir umudu, bir hedefi, bir ülküyü içinde biriktirenlerin hikayesidir bu...
Futbol bir afyon değildir.
Çünkü özünde uyutmak değil uyanış ve yaşama sarılış vardır!
* * *
"Futbol Mundial"den dön baba dönelim Bay Galeano'nun başucu yapıtına...
Aşağıda sayacağım isimleri hatırlayabilecek misiniz acaba:
Abidon Porte, Josep Samitier, Ricardo Zamora, Jose Andrade, Leonidas, Hector Scarone...
Boşuna zihninizi zorlamayın. Hiçbirini belleğinizde canlandırmanız mümkün değildir. Bu üstteki isimlerin hepsi de, yirminci asrın başında futbol sahalarını renklendirmiş, hatta şeref vermiş, adına şarkılar, tezahüratlar bestelenmiş, o dönem kamerayla kaydetmek mümkün olmadığı için sergiledikleri güzellikler halk arasında ancak dilden dile nakledilmiş sembol oyunculardır. Uruguay, Arjantin, Brezilya sahalarında futbolseverlere görücüye çıkmış ve çok beğenilmişlerdir.
Galeano'nun kitabında bu gibi daha onlarca kahraman, onlarca hayat var. Edebiyatçının bir ya da birkaç sayfalık anlatımlarında, günümüz medyasının bizlere empoze ettiği futbolun "iki çalım bir şut bir orta bir kafa" basitliğini değil, çok ustaca yazılmış insan tasvirlerini, bir dönemin yıldızlarının yükseliş ve sönüş serüvenlerini okuyacaksınız (1950 Dünya Kupası'nda Brezilya'nın kalesini koruyan ve final maçında yediği hatalı golle, kahramanken bir anda vatan haini iln edilen Barbosa'nın dramını ve hayatının geri kalan kısmında gördüğü vefasızlıkları okurken içiniz titreyecek). Yazarın kalbinden çıkanlar sizi o kadar etkileyecek ki gözünüzü yumunca kendinizi Montevideo'nun 5 bin kişilik şehir stadının bir tribününde sevinçten ayakta, bir futbolcunun attığı golü alkışlarken hayal edeceksiniz, civarınızdaki futbol tapıcılılarının o kulakları sağır edici coşku içindeki bağırışlarını hiç duymayacak ama çok yakınınızda hissedeceksiniz.
Kitabın içeriği futbolcu portrelerinden ve insani betimlemelerden ibaret değil. Nice file destanı yazmış topçuların kaydettiği usta işi golleri anlatacak büyük usta. 50 küsür yıl önce atılmış, henüz hiçbir kameranın dünya gözüyle şahitlik etmediği bir büyük golü gözlerinizin önünden bir film şeridi gibi geçirtecek güçte anlatacak. Bu kadar mı? Hayır. 1930'dan bu yana oynana dünya kupalarına bir de Uruguaylı yazarın kaleminden tanıklık edeceksiniz. Yaşanmışakıl almayacak olayları okurken tebessüm edeceksiniz. Ve... Artık ülkeden ülkeye çok meşhur olmuş olan ve zannederim ki Türk basınında da en az bir defa rastlamış olduğunuz "kaleci, teknik direktör, santrfor" denemelerini bir yandan okurken öte taraftan "Sahiden de öyle!" diye tepki vermeden edemeyeceksiniz.
İşte size bir örnek:
"ATILIO'NUN GOLÜ
1939 yılıydı. Montevideo'nun Nacional takımı ve Buenos Aires'in Boca Juniors takımı 2-2 berabereydiler ve karşılaşma bitmek üzereydi. Nacional takımının oyuncuları saldırıyorlar, Boca takımının oyuncuları ise kendi sahalarına kapanmış, direniyorlardı. O arada top Atilio'ya geldi. Kalabalığı arasına aldı ve kendisine sağ tarafta bir boşluk buldu. Sahayı bir baştan bir başa katetti.
Atilio şiddetli darbelere alışıktı. Ona sürekli vuruyorlardı. Yara izleriyle dolu bacakları adeta bir haritayı andırıyordu. O akşamüzeri, gole giden yolda Angeletti ve Suarez'den şiddetli tekmeler yedi, ama iki kez onlardan sıyrılmayı başardı. Bu arasa Valussi onun formasını yırttı, bir kolundan yakalayıp çekti ve ona hatırısayılır bir tekme attı. İriyarı Ibanez tüm heybetiyle önüne dikildi. Ama top, Atilio'nun bedeninin bir parçası gibiydi; oyuncuları bezden oyuncalarmış gibi havalara savuran bu hortumu hiç kimse durduramıyordu. Sonunda Atilio toptan ayrıldı, korkunç vuruşu fileleri titretti.
Hava barut kokuyordu. Boca takımının oyuncuları hakemin çevresini sararak, kendi yapmış oldukları faullerden dolayı golü iptal etmesini istiyorlardı. Hakem onlara kulak asmadı ve oyuncular öfke içinde sahayı terkettiler."
Küresel dünyanın tepsi içinde sunduğu ve artık gözümüze sokarcasına ticareti yapılan "milenyum starlarından" ve "kamera teknolojisinin çekmeye yetiştiği yıldızlara dair güzellemelerden" bıkmışsanız ve siz de benim gibi her haftasonu NTV'de yayınlanan "Futbol Mundial"in tiryakisiyseniz bu kitap size ilaç gibi gelecek.
* * *
Birçok kitabı "Can Yayınları" aracılığıyla Türk okuyucusuyla buluşmuş Eduardo Galeano (1940- ) 'nun 1995 yazında tamamladığı bu kitabı çok az bir uğraş sonucu büyük kitapçılarda bulma imkanı var.
İyi okumalar...
(Can Yayınları ile isim benzerliği dışında hiçbir alakam yoktur. )