Murat Gokcigdem wrote:Bu derece onemli belgeselerin ilk once yapimcilari kim, neyin nesi ve ne mesaji vermeyi umut ediliyor diye sorusturmamiz lazim.
5) Atatürk için günde bir büyük rakı ve üç paket sigara içiyordu diyerek onu ayyas gibi niye gosterildi?
5) Atatürk için yalnız öldü etrfainda kimse yoktu diye niye mesaj aklatirildi?
Kendisi hic bir zaman yalniz olmadi ve olmayacak ki!
Can Dündar'ın çalışması öncelikle bir belgesel kisvesiyle sunuldu ama değil. Çünkü belgesel denebilmesi için belgeye dayanması, yoruma dayanmaması lazım. Bu çalışma bir kısmı fiksiyon, ağırlık noktası özel hayat olan bir film. Özel hayata girerken belgelerden yararlanılmadığı ortada. Kaldı ki belgesel iddiasında bir yapım, bir sahneyi kurularken, o sahnenin oluşmasından önceki geçmişi, altyapıyı verme mecburiyeti var.Ozan Ersoy wrote: Bu arada sunu da unutmamak lazim. Ataturk'u karalamaya calisan her sey (yazi, kitap, belgesel) ya sacma sapan oluyor, yalan ve iftirayla dolu oldugu dusunen izleyiciye gun isigi gibi belli oluyor ya da Ataturk'un muhtesem ongorusune, dehasina, onderlik gucune ve insanligina yenik dusuyor, eninde sonunda izleyiciyi ya da okuyani Ataturk'e hayran birakiyor. Bu gericilerin, capulcularin, boluculerin, dinsiz dincilerin, dis odakli guclerin hep kaynak gosterdikleri Armstrong'un kitabi ornegin buna benzer. Ataturk bile kitabin yasaklanmasina karsi cikmistir. (...) Ozan Ersoy
Şimdi Ozan'ın belirttiği, Armstrong'un kitabından önemli bazı kesitler:
"Durum kritikti. Sakarya'da yenilecek olursa, uzaklara doğudaki dağlara kadar geri çekilmesi ve Ankara'dan vazgeçmesi gerekecekti. Bu, Türkiye'nin sonu demekti. Bu savaş, elde kalan son umuttu. Yunanlılar bir kanat harekatına girişmiş bulunuyorlardı; onları çevirmeyi başarma tehlikesi vardı. Yunanlılara arkadan mı saldırmalıydı, yoksa geri çekilmesi daha mı iyi olacaktı? Kendisine derhal onbin askerin gönderilmesini emredebildiği Gelibolu'daki günlerini özlemle hatırlıyordu. Şimdi ise her bir askeri çok dikkatli kullanması gerekiyordu.
(...) Gene de elinde kaşan bir avuç ihtiyatı ile de olsa muharebeye hala Mustafa Kemal hükmediyordu. O uyaran ve coşku veren kişiliğiyle, Türk Ordusuna dişini sıkma ve mevkiini bırakmama cesareti aşılıyordu. Zaman zaman mevkie hakim bir tepe kaybediliyor, yenilgi kesin görülüyor, Türk hattı bozuluyor, çatlıyor fakat her defasında en kritik anda ve en kritik noktada Mustafa Kemal yardıma koştuğu için kırılmıyordu. Arazinin her santimetre karesini öğrenmişti; birliklerinin her birinin değerini, hatta her tabur komutanının kapasitesini biliyordu. Alagöz'deki odadan muharebeyi yürüten ve egemen olan, Mustafa Kemal'di.
Sürekli dövüşmekle geçen ondört günün ardından muharebenin sonucu hala belirsizdi.
(...) Cephedeydi. Bir kere daha yerini bulmuştu, savaşıyordu. Eskisi gibi askerlerin arasında, siperlerdeki zorlu yaşamı sürüyor, hiçbir önlem almadan, dışarı ateş hattına çıkıyor, çevresindeki bütün askerler öldüğü zaman bile yaralanmadan kurtulmayı başarıyordu.
(...) Türk Ordusu yıpranmış ve bitmiş bir haldeydi. Etkili bir güç olmaktan çıkmıştı. İnsanüstü bir çabayla birkaç alay toplayıp yeniden düzenledi. Günlerce düşmala teması kesmemek için yol aldı. Yunanlılar'ı Temmuz'da yola çıkıp ilerledikleri ve Eskişehir'le demiryolu hattını kuşatan siperlerinde yakalamayı başardı. Onların karşısında bir hat oluşturulup siper kazılması ve buranın korunması emrini verdi ve kendisi Ankara'ya koştu".
Sakarya meydan muharebesinin anlatıldığı bu kesitten önce yine aynı kitaptan bu muharebeden daha öncesine dair bir alıntı:
"Haber, Ankara'ya kışın soğununun hala hükmünü sürdürdüğü bir bahar akşamının geç saatlerinde ulaştı. Mustafa Kemal kentin dışındaki tepeleden birinde kurulmuş, kasvetli bir bina olan Ziraat Mektebi'nin salonunda oturmaktaydı. (...) Pencerenin kenarında oturuyordu, yanında kocası Adnan'la birlikte Halide Edip, Ali Fuad vardı. İsmet başka bir pencereye yaslanmış, dışarıya bakıyordu.
Güneş batmıştı ve boz bir aydınlık aşağıda uzanan muazzam çıplak Anadolu ovasını yavaş yavaş örtmekteydi.
(...) Haberlerin hepsi de çok kötüydü. Yunanlılar geçtikleri yerleri yakarak, insanları katlederek ve ülkeyi ele geçirerek ilerlemekteydiler. Fransızlar da güneyde hatırı sayılır bir başarı elde etmişlerdi. Padişah'ın ajanları doğuda Kürtler'i başkaldırmaya teşvik ediyorlardı. İç savaş her aynı kuşatmış, onlara doğu yaklaşmaktaydı. İçin için yanan bir ateş gibiydi: hiçbir işaret vermeden yeni yeni yerlerde, bir şurada, bir burada hiç durmaksızın parlıyordu. Bolu'da yeni bir ayaklanma başlamıştı. Çok hızlı bir şekilde yayılmıştı. Asiler Ankara'nın hemen birkaç kilometre dışında bulunuyorlardı.Merkez Kumandanlığındaki telgraf bağlantıları sayısız kereler kesilmişti. Halka görüşmeler yapmak üzere gönderilen iki subay taşlanmış, hapse atılmış ve sonra da vatan hainleri gibi asılmak üzere İstanbul'a yollanmıştı. Ayaklanmayı bastırmak üzere gönderilen bir tümen dağıtılmıştı Hendek'e gönderilen 24. Tümen pusuya düşürülmüş ve imha edilmişti. Hilafet Ordusu başarıya ulaşmak üzereydi.
(...) Mustafa Kemal, kendisi de idama mahkum edilmiş ve başına ödül konuş bir asidn başka bir bir şey değildi."
Kitapta savaş döneminde Mustafa Kemal'in (o zaman Atatürk değildi) soğuk yerlerde yattığı, böbrek iltihaplarının nüksettiği, ölüm tehlikesi atlattığı uzun uzun tasvir ediliyor.
Bu kitabın yazarı tam bir Atatürk düşmanı ama kitabın sonundaki şu tespitler çok önemli, lütfen okuyun; bir düşmanı gözünden Atatürk niçin imparataorluk istemedi, cihangir olmayı kabul etmedi?
Bozkurt kitabının finali:
"Padişahın egemenliğinin ne olduğunu görmüştü, ve o, ülkesi için Türk'lerin yaşadığı Türkiye'nin güven içinde ve mürefeh olmasından başka hiçbirşey istemememişti"
Şimdi:
Tarihsel bir kişiliğe yapılacak en büyük ihanet, onu eksik anlatmaktır.
Atatürk gençliğinde de yaşlılığında da rakı içerdi. Ama o meşhur Çankaya sofralarına gidene kadar, olağandışı zor merhalelerden geçilmişti. Düşünün, Ankara kasabasının dışında bir bağ evinde, 5 kişisiniz; dışarıda sizi koruyan 2 subay ve 1 çomar köpek var. 1 tümeninizi imha eden cahil ordusu tarafında her an linç edilebilirsiniz. Yaptığınız işin adı, devrilmiş bir imparatorluktan kalan enkazı kurtarmak.
Can Dündar'ın belgeselinde, Sakarya meydan muhaberesinden 1 sahne var mı? Veya Atatürk'ün aç kaldığı, böbrek iltihapları ile kıvrandığı, ölüm tehlikesi altında taş bir okul salonunda gecelediği, 1922 yılının Ankara Ziraat Mektebinden bir kesit.
Bunun dışında, gericilerin şu çok sevdiği klişe, Atatürk öldüğünde yalnızdı lafı. Can Dündar'ın filminde bu imaj verilmişse, sadece yazıklar olsun demek düşer.
"10 Kasım sabahı dokuzu beş geçe Mustafa Kemal Atatürk öteki dünyaya göçtü. Bu trajik olayın haberi, Türk halkının üzerinde bir bomba gibi patladı; milyonlarcası ağlayarak, kendilerini yere atarak sokaklara aktılar.
(...) İzdiham öylesine büyük ve karşı konulmazdı ki cenazeye saygı ziyaretinde bulunmak için gelenlerden birkaç kişi ciddi bir biçimde ezildi. Artık Türklerin babası hayatta değildi ve tüm ulus kendini öksüz kalmış gibi hissediyordu"
Bu alıntı, Atatürk düşmanı Armstrong'tandı (Bozkurt).
Son bir alıntı daha:
"Atatürk'ün yaveri Salih Bozok şuursuzca Sarayın merdivenlerinden aşağı koştu. Alt katta boş bulduğu bir odaya dalıp kapıyı kapattı. Az sonra içeriden tek el silah sesi duyuldu. Sesi duyup odaya koşanlar içerde O'nu kanlar içinde buldular. Tabancasından kalbine sıktığı bir kurşunla devrilmişti..."
Bu alıntı da Sarı Zeybek'tendi. Can Dündar'ın Sarı Zeybek'inden.
Sonuç şu: Atatürk'ün hayatı çocukken karga kovalamaktan ve rakı masasında kafa çekmekten ibaret değildir; bu çok çileli, olağandışı bir hayattır. Dünya üzerine hiçbir lider, egemen, han veya imparator, bir gecede ülkenin alfabesini değiştirecek devrimcilik gösterememiştir. Hiçbiri, yukarıda kısaca alıntıladığım şartlarda, savaş yapmamış ve kazanmamışlardır.
Önce bunu bilelim.
Böyle bir kişinin belgeselini yapmak bana göre imkansızdır. Bize düşen bu konuda iyi kitaplar okumak, bilgi sahibi olmaktır. Can Dündar gibi reziller olsa olsa okumayan ama car car konuşan "selocanlar" ülkesine belgesel apıp yutturular.
Hoş, selocanların babaları da bunu yutmayıp, 350.000 Eurocuk sponsorluk servetini, Can Dündar'ın ayağına sermemişler.